TOPLUMSAL AYRIŞMALARIN VE KIRILGANLIKLARIN ULUSAL SAVUNMA GEREKLERİNE ETKİSİ
Günümüz dünyasında devletlerin karşı karşıya olduğu tehditler, yalnızca askeri çatışmalar, müdahaleler ya da terör eylemleriyle sınırlı değildir. Çok daha derin ve yıkıcı olan tehdit, toplumların kendi iç dinamiklerinde oluşan kırılganlıklardır. Ekonomik krizler, politik kutuplaşmalar, etnik ve ideolojik ayrışmalar, sınıfsal çatışmalar gibi faktörler bir ülkeyi dış tehditlere karşı savunmasız hale getirebilecek çok ciddi içsel riskler yaratır.
Bu bağlamda samimi dileğim ve duam şu şekildedir;
“Allah hiçbir milleti; ekonomik kriz içinde kıvranırken, toplumsal barışı sarsan ayrışmalar yaşarken, ideolojik ve sınıfsal kavgalar yoğunken, topyekun bir savaşla sınamasın.”

- Ekonomik krizlerin toplumsal bağlara etkisi: Ekonomik kriz dönemlerinde; gelir dağılımındaki adaletsizlikler belirginleşir, işsizlik artar ve yaşam standartları düşer. Bu durum, toplumun farklı kesimlerinde “mağduriyet bilinci” oluşturur. Mağduriyet bilinci ise kolaylıkla kutuplaşma, öfke ve çatışma potansiyeline dönüşebilir.
Örneğin, 1929 Büyük Buhranı sonrası Almanya’da yaşanan sosyal çöküş, Adolf Hitler’in Nazi rejimini kurmasında önemli bir rol oynamıştır. Toplum, ekonomik umutsuzlukla birleşen milliyetçi söylemlere açık hale gelmiş, böylece içsel bir çöküş, dışa dönük bir savaş politikasını meşrulaştırmıştır.
- Politik ve ideolojik ayrışmaların derinleşmesi: Toplumlar ekonomik krizlerin yanı sıra, politik kutuplaşmalarla da baş edebilmek zorundadırlar. Siyasi aktörlerin kendi tabanlarını konsolide etme amacıyla kullandıkları kutuplaştırıcı dil, orta-uzun vadede kitlesel diyaloğu zayıflatır. “Biz ve onlar” söylemi, ortak vatandaşlık bilincini zedeler ve toplumsal güveni aşındırır.
Türkiye’nin yakın siyasi tarihine bakıldığında, 1970’lerdeki sağ-sol çatışmaları bu durumun tipik bir
örneğidir. Dış müdahalelere açık hale gelen bir ülke, iç barışını yitirmiş bir şekilde askeri darbeye zemin hazırlamıştır.
- Etnik ve sınıfsal fay hatlarının aktifleştirilme riski: Etnik ve mezhepsel farklılıklar, demokratik bir toplum için zenginliktir. Ancak bu farklar, adaletsiz politikalarla ya da ayrımcı söylemlerle birleştiğinde, toplumun en hassas fay hatlarını oluşturur. Suriye iç savaşının başlarında yaşananlar, bunun açık örneğidir. Farklı etnik ve dini topluluklar arasında yeterli kapsayıcılık ve eşitlik sağlanamayınca barışçıl gösteriler kısa sürede silahlı çatışmalara dönüşmüştür.
Benzer şekilde sınıfsal çatışmalar da toplumsal istikrarı tehdit eder. Fransa’daki “Sarı Yelekliler” hareketi, sadece ekonomik değil, temsil krizinin de göstergesi olarak ortaya çıkmıştır.
- Savaş anında birlik olmak mit mi, gerçek mi? : Sıklıkla dile getirilen “dış tehdit karşısında birleşme” beklentisi, ideal bir refleks olsa da; kırılgan ve bölünmüş toplumlar için gerçekliği sorgulanmalıdır. Sosyolojik açıdan bakıldığında, savaş gibi yüksek yoğunluklu kriz anlarında toplumların “tek yumruk” olabilmesi daha çok kurumsallaşmış bir hukuk sistemi, adalet duygusunun tesisi ve ortak kimlik inşası ile mümkündür.
Toplumun farklı kesimleri arasında güven tesis edilmemişse, birlik ancak kısa vadeli ve yüzeysel olabilir. Gerçek anlamda ulusal dayanışma ise ancak barış zamanında inşa edilen toplumsal sözleşme ile mümkündür.
- Sonuç: Krizler doğmadan önce birlik inşa etmek: Bir ülkenin beka mücadelesi, sadece sınırlarını savunmakla değil içsel bütünlüğünü koruyabilmekle ilgilidir. Bu nedenle savaş ihtimali henüz zayıf iken, toplumsal dayanışmayı inşa etmek, adil ve kapsayıcı politikalar üretmek, güven temelli bir siyaset dili geliştirmek elzemdir. Zira savaşın en büyük yıkımı, bombalarla değil ayni coğrafyada birlikte yaşama azim ve iradesinin yitirilmesi ile ortaya çıkar.
Saygı ile
Serdar DURAT
18.04.2025