Doğru Bilginin Peşinde
KUŞKU DUY! BU KİTAPTAN DA KUŞKU DUY! Belki yazdıklarım doğru değil!
Giriş-İdil Seven
İlkokul ve ortaokul eğitim hayatım 1985 – 1993 yılları arasında TED Ankara Koleji’nde geçti. İlkokulda İngilizce derslerimizde, bizi ortaokula hazırlayan hızlı okuma teknikleri derslerimiz vardı. Ortaokulda bu dersler daha da yoğunlaştı; edebiyat başta olmak üzere tüm derslerde ve sosyal hayatımızda kullanabileceğimiz hızlı, doğru ve etkili okuma teknikleri dersleri görmeye başladık.
Yani eğitim hayatımız bize yalnızca okuma alışkanlığı edindirmek için çalışmıyor, bu okuma alışkanlığımızın temelini de en faydalı ve doğru şekilde kurabilmemiz için işe bize doğru okuma teknikleri öğreterek başlıyordu.
Biz bir bakıma çok şanslı, bir bakıma da çok şanssız bir nesildik. Şanslıydık çünkü bugüne göre çok daha sosyal, çok daha okumaya dayalı bir hayatımız vardı. Ve aynı zamanda çok şanssızdık çünkü bilgiye ulaşmak hem zor, hem de meşakkatli bir yoldu.
Dikkat süresinin git gide azaldığı, okuma alışkanlıklarımızın da hareketli içeriğe yani videolara yenilmeye başladığı bugünlerde, biz etkili okuma temelleri olan nesil bile okurken konstantrasyon süremizi uzatabilmek için yoğun çaba sarf ediyoruz. Okumak konstantrasyon gerektiriyor ve konsantrasyon sürelerimiz çok düştü. Hareketli dijital dünya daha cazip, daha eğlenceli, daha renkli, daha dinamik ve bize aslında yabancıların “cheap dopamine” olarak adlandırdığı “anlık haz” ya da “kolay dopamin” sağlıyor.
Peki çocuklar ve gençler ne olacak? Okuyarak öğrenmekten, doğru bilgiden, araştırma ve felsefeden uzak bir dünyaya doğru mu gidiyoruz? Bu dünyada çocukların ve gençlerin kitap okumasını, doğru bilgiye ulaşmasını ve birer “medya okuryazarı” olarak yetişmesini nasıl sağlayacağız?
Gazeteci E. Murat Yığcı* bu konuyu kendine dert edinmiş, dert edinemekle kalmayıp bu konuda çocuklar, ebeveynler ve genç nesillerin hayatına yön veren yetişkinler için bir kitap yazmış. “Doğru Bilginin Peşinde – Çocuklar ve Aileleri için Medya Okuryazarlığı El Kitabı”
Bu sayımızda E. Murat Yığcı ile bu kitabı konuşuyoruz.
Kitabınızı ilk gördüğümde aklıma gelen ilk soru şu oldu. Eğitimin okullarda bile büyük oranda dijitalleştiği günümüzde çocuklar hala kitap okuyor mu?
Öncelikle çocuklar eskisi kadar çok kitap okumuyor çünkü büyükler eskisi kadar çok kitap okumuyor!
Hepimiz kitap okumanın yorucu ve meşakkatli bir iş olduğunu bilerek bilinçaltında bundan kaçıyoruz. Kim ne derse desin bugün sokağa çıkarken nüfus cüzdanımızı unutsak geri dönmeyiz ama telefonunu hiç kimse unutarak sokağa çıkmıyor. Eskiden Pazar kahvaltılarında karşılıklı gazete okuyan çiftler olurdu, ben onlara üzülerek bakardım. Şimdi her yerde elinde cep telefonu ile sürekli mesaj takip eden insanlar var. Çocuklar kitap eskisi kadar “Türkiye’de” okumuyordur, dünyada okullarda okutuluyor, bunu biliyorum çünkü rakamlar bunu gösteriyor. Biz de elimizden geldiği kadar burada da okumalarını istiyoruz çünkü kitap okumanın vereceği beyin cimnastiğinin hiçbir zaman telefonda karşımıza çıkmayacağını hepimiz biliyoruz.
Tabi ki burada görev ailelere düşüyor!
Çocuğuna kitap oku demek değil, çocuğunun yanında kitap okumaktır bunun yolu. Hala okuyan çocuklar var. Biz de diyoruz ki herkes okumaz ama hiç olmazsa okuyanlara faydalı olalım. Benim sevdiğim bir laf var, Albert Camus’nun “Absürt Felsefe”sine de ben biraz yakınım. Evet ne yapalım kimse okumuyor ama biz direnelim, okuyalım. Böylelikle birşeyleri değiştirebiliriz.
Okuduğunu anlama tüm zamanların en çok konuşulan konularından biri haline geldi!
Artık dünya da bunun farkında. Siz karşı tarafa bir mesaj iletiyorsunuz. Bu mesaj politik olduğunda aynı mesajı bin kere sözlediiğinizde o kişinin kafasına çok primitif anlamda giriyordur, fakat bizim okuduğunu anlayan mühendislere, doktorlara, eğitimcilere ihtiyacımız var. O nedenle kitap okutmak için elimizden geleni yapmamız gerekiyor.
Bu kitap hangi yaş grubu için hazırlandı?
Bu harika bir soru, çünkü bunun da tam anlamıyla şablon bir cevabı yok. Burada bir anımı paylaşayım. Bir çevre kitabı serisi için Fransa’dan bir yayıncı ile görüşüyordum. Biz kitabı aldık, bir kitabın içinde bu kadar bilgi olur mu diyerek şaşırdık. Biz bunları lise seviyesinde verebiliriz dedik. Yayıncı, “Biz bunu Fransa’da 7-9 yaşa veriyoruz, Güney Kore’de ise bu 5-7 yaşa veriliyor, çünkü orada eğitim üzerine eğitim gibi bir konsept var, çocuk okula gider ve okuldan çıktıktan sonra tekrar bir kursa gider” dedi. Onların inanışı şu; siz yapabildiğiniz kadar üst düzey yapın, onu alan alır, alamayana zaten birşey verme şansınız olmaz. Bizim eğitim sistemimiz de aslına buna uygun. Sınıflarda iki üç seviye öğrenci vardır ve her seviye buna uysun derler. Bu nedenle biz kitapları hazırlarken dili sadeleştirmeye çalışıyoruz ama bilgiyi azaltmaya hiçbir zaman yanaşmadık. Benim inanışım, verebildiğiniz kadar çok bilgi verin, alabilen çocuk alsın, alamayan ise zaten istediğini alıyor. Siz 10 birim verirsiniz, 2 birim almak isteyen alır, 5 birim almak isteyen alır ama 10 birim almak isteyene de bir şans vermek lazım.
Kitabın konusuna girmeden önce şunu sorayım, bu kitap en çok kimlerden ilgi gördü?
Çocuklar bu kitaba ilgi gösteriyor çünkü biz kitabı onlara yönelik yaptık. Ama özellikle yetişkinler ve öğretmenler böyle bir kanayan yaraya eğildiğimiz için kitaba daha sıcak yaklaştı.
Kitapta birçok farklı konu, sınıfta tartışılabilecek birçok konu başlığı var. Korkmadan tartışmak lazım, belki her hafta bir konu başlığına eğilip bunu çocuklarla bir tartışma kulübü haline getirmek lazım. Herhangi bir çocuk gidip bu kitabı almayabilir. Ama herhangi bir çocuğun önüne bu kitabı koyduğunuzda mutlaka ilgi duyar. Didaktik bir dili ve tasarımı yok. Kitabın tarzı da medya okuryazarlığını insana veriyor. KUŞKU DUY! BU KİTAPTAN DA KUŞKU DUY! Belki yazdıklarım doğru değil! Öncelikle anne-babaların bu kitabı okuyup bu konsepti onların içselleştirmesi lazım.
Biz duyduğumuza inanma yönelimindeyiz ve artık tüm algoritmalar yazılan en kötü haberi bile en üste çıkarabilecek şekilde yazılmış durumda!
Eskiden Google’a bana “bana farklı bir macera kitabı ver” dediğimde bana birkaç farklı yazarın macera kitabını verebiliyordu, ben orada her ülkeden yazarı görebiliyordum. Fakat şu anda Google şöyle yapıyor; “Murat Fransız yazarları sever, ben ona Fransız yazarların kitaplarını vereyim”. O zaman ben yalnızca Fransızların dünyasına bakabiliyorum. Ya da Fransızlar en çok reklamı veriyor ise, benim önüme en çok onların kitapları düşüyor ve ben onları en iyi sonuçlar zannedebiliyorum.
Clickbait – Tıklama Tuzağı
Yazılan en kötü haber, yalan bile olsa en fazla tıklamayı alırsa en tepede kalıyor, tıklandıkça sen de o tuzağa düşüyorsun. İngilizler buna çok güzel bir terim bulmuşlar: Clickbait! – Tıklama Tuzağı. Bir kere o tuzağa düştün mü düşüyorsun.
Artık haber editörü diye birşey neredeyse kalmadı, gördüğümüz haberlerin çoğunun başlığı özensiz, zaten okuyucular habere giriyor, spota giriyor ve çıkıyor. Okuma süreleri çok kısa. Türkiye’de çok sağlam bir haber yazan, lezzetli bir haber dili olan aktaran kimse hemen hemen kalmadı.
Bu kitap çok okunur mu? Dilerim çok okunur çünkü okunursa biz bazı şeyleri değiştirebiliriz. Bu kitabı okuyan çocuklar gördükleri saçma haberin saçma olduğunu bir bakışta anlayabilirler. Uçan köpek olur mu? Olmaz. Ama uçan köpek haberini okumak hepimizin hoşuna gider. İşte ayırım burada başlıyor.
Medya okuryazarlığını nasıl tanımlarız?
Burada en önemli kelime okuryazarlık. Çünkü hem okumak, hem yazmak bir sorumluluk işi. Yazanın da sorumluluğu var. Günün sonunda kitle iletişimden bahsediyoruz.
Günümüzde medya mensupları artık reklamcılara hizmet eder hale gelmiş vaziyetteler. Çünkü ne yazık ki yazdığın haber ile çıkarttığın gazeteden para kazanamıyorsun. Ben biraz eski bir ekolüm. Cumhuriyet Gazetesi’nde çok fazla reklam olmazdı çünkü biz gazete satarak para kazanırdık. O yüzden de özgürdük. Yani Mercedes kötü araba çıkartıyorsa, kardeşim bu araba kötü diyebilirdik.
Asıl problem medya okuryazarlığı konusunda sorumluluk sahibi olamazsak manipüle edilmeye açık hale gelmemiz
Çocukların bilgileri satın alırken dikkat etmeleri lazım. “Dondurma yiyin, dondurma çok iyidir, boğaz ağrınıza iyi gelir” Ben bu haberi bin kere yaparsam, dondurmanın zararları ortadan kalkar, faydaları ortaya çıkar. Buna izin vermemek lazım. Bu da sorumlulukla ve tırnak içinde “acı çekmekle” doğru orantılı. Ben yalan haber yazdığımda, yalan haber yazmayandan daha çok para kazanıyorsam kimse beni yalan haber yazmaktan alıkoyamaz. Günün sonunda herkesin amacı bir an önce ünlü ve zengin olmak. Bugün çocukların çoğu mühendis, doktor ya da avukat gibi çaba gerektiren, emek verilen işleri yapmak istemiyor. Çünkü sosyal medya fenomeni olmak onlara para kazandırıyorsa, gidip bir yerde fotoğraf çekmek onları başka biryere taşıyorsa neden çocuklara biz başka birşey yap diyelim ki. Bunun örnekleri çok var.
Günümüz dünyasında çarpan etkisini yazarlar değil, okuyucular sağlıyor!
Yazar bir haber çıkarıyor ancak o haberin viral olmasını, çarpan etisini sağlayan bu haberi birbirine gönderen ve yayan okuyucular. Burada kitabın önemli konu başlıklarından bir tanesi olan medya etiği ve sorumluluğa geliyoruz. Demek ki burada okuyucuya da bir rol düşüyor. Ebeveynlerin de aslında çocuklarına en başta okuduğunu sorgulama yaklaşımını öğretmesi gerekiyor. Bir çocuğun önüne bir haber düştüğünde, bunu tüm arkadaşlarına yaymadan önce aslında bunun doğru olup olmadığını çocuğun kendi içinde bir muhakemesini yapar hale getirmek lazım. Ama bu söylediklerimizin aslında çok zor olduğunu biliyoruz, çünkü bizler de böyleyiz. Şöyle düşünün, çok yoğun bir günün ardından eve vardığımızda dünya sorunları ile ilgilenmektense bir küçük çocuk ya da bir köpek videosu seyretmeyi tercih edebiliyoruz. Biraz kafamızı dağıtmak istiyoruz fakat bunun bir dengesini kurmak lazım. Yani iki tane böyle haberi yayıyorsak, iki tane de gerçek haber yayalım. Burada anne ve babaların, ağabey ve ablaların yani yakın çevrenin çocuklara örnek olması lazım. Örneğin çocukların yanında “bugün şöyle bir haber gördüm ama bunun yalan haber olduğunu anladığım için kimseye göndermedim” cümlesi onların öğrenmesi için önemli bir örnek teşkil edebilir.
Bütün anne babalar çocuklarının telefonla çok vakit geçirdiğini ve kitap okumadığını söylüyor. Sonra ben onlara “Siz en son hangi kitabı okudunuz?” diye soruyorum.
“Okunacak kitap mı var?” cevabını alıyorum ve diyorum ki; “Peki sen klasikleri okudun mu?” Klasikler var işte. Bugün Sefiller dediğimiz kitap hala güncel. Dostoyevski’nin herhangi bir kitabı, hala güncel. Bu kitapları beş kere okuyabilirsiniz ve her okumada farklı bir tat alırsınız, farklı birşeyler öğrenirsiniz. Ama büyükler de artık okumuyor. Büyükler de okumaz ise çocuk ne yapsın?
Çocuklarımıza rol model olacağız. Çocuklarımızı dinleyeceğiz. Çocukların ifade güçleri de çok zayıflıyor. Soru sorarken, okuduklarını anlama noktasında zayıflar, kelime hazineleri çok zayıf. Çünkü okumadan gelişemezsin. Okumak hem duygusal zekayı, hem matematiksel zekayı geliştirir. Benim çevremde şu an konsantrasyon dağınıklığı nedeniyle üç cümle üst üste okuyamayan insanlar var. İkinci cümlede sıkılıyorlar, atıyorlar. Sen konuşurken de seni atmaya çalışıyorlar.
Haber ve magazinin farkını çocuklarımıza nasıl anlatabiliriz?
Eskiden bu ayırımlar daha kolaydı, editörler bu ayırımları sayfalarında yapardı. Siz ekonomi sayfasındayken ekonomi haberi okurdunuz. Magazin sayfasında magazin yapılırdı. Okur magazine girdiği zaman beyin mesajı alırdı. Şu an böyle bir ayırım kalmadı. Şu an gazetelerin birinci sayfaları magazin haberleri ile dolu. Biz birinci sayfada magazin haberi gördüğümüzde onu içselleştiriyoruz ve her şey normal geliyor. Bütün haberler demeçler üzerinden yürüyor. Haber haberdir. Okur 10 tane gerçek haber okursa magazin ve gerçek haberi ayırır. Çocukların bu ayırımı yapabilmesi için çocuğa 10 haber okutmak lazım. O disiplini ne kadar erken alırsa, bu ayırımı o kadar kolay yapabilir.
Medya etiketlerini nasıl okuyabiliriz?
Bu biraz tecrübe ile doğru orantılı. Burada isimlerden yola çıkabilirsiniz, kurumlardan yola çıkabilirsiniz, ya da biçimsellikten yola çıkabilirsiniz. Bir haberde değeri olmayan bir resim çok büyütülüyorsa, zaten değeri yoktur diye düşünmek lazım. Bazı yazarlar ve haberciler var, onların yazdıkları yazılar ve haberler belli bir bakış açısını yansıtır. Bu aslında ilk 90’lı yılların başlarında başladı. Hıncal Uluç bir gün “Ben Galatasaraylıyım” dedi. O güne kadar spor yazarları tarafsızdı. O günden sonra Hıncal Uluç’un yazdığı bir yazıda Galatasaray’ı övmesi ve diğer takımları yermesi bizi şaşırtmamaya başladı. Çünkü objektiflik kayboldu. Bu durumda ne oluyor, onun haberini okurken “Galatasaray dünyanın en iyi takımıdır, Liverpool dünyanın en kötü takımıdır”dediğinde bunun onun bakış açısını yansıttığını biliyorsunuz. Yine benzer şekilde bazı gazeteler var, bazı dergiler var, belirli bakış açılarını yansıtıyorlar. Okurken bunları bilerek okumak lazım. Bu biraz tecrübe ve acı ile ortaya çıkar. Çin televizyonu ve Amerikan televizyonunun bakış açısı aynı değildir. Siz yapabiliyorsanız gerçek haber için her ikisini de izleyip ona göre yürümeniz lazım.
Her kitap ilk kitaptır!
Alışkanlıklarla hareket etmemek lazım. Benim çok söylediğim bir lafım var “Her kitap ilk kitaptır!”. Üçyüz tane kitap çıkarmış bir yayınevinin 301. kitabının doğru bakış açısına sahip olacağını varsayamazsınız. Aynı şekilde bir yazarın yazdığı her kitap çok iyi olmayabilir. Bakış açımızı buna göre şekillendirmemiz lazım. Etiketleme konusunda dikkatli olmamız lazım.
Son zamanlarda insanlar kitap okumayıp kitapları filmlerle öğrenmeye çalışıyorlar.
Kitap sadece bir konu takibi üzerinden yürüyen birşey değil. Tarihi mesela filmler ile öğrenmeye çalışıyorlar. Tarihin de bir arka planı var. O film izleyicinin ilgisini çekmek içindir. Sen o filme ilgi duyarsan sonra onun arka planını araştırırsın ve okursun. Sistem böyle işlemeli. Bilgi çok eğlencelidir.
Medya Dedektifi olmak nedir?
Bu çok eğlenceli birşey. Tüm çocuklar medya dedektifi olabilir, onları kandırmaya çalışan insanların tuzağına düşmeyerek büyük bir başarı elde edebilirler. Örneğin uçan köpek haberini gördüklerinde bunu hemen sorgulayabilirler, hemen başka yerleri araştırıp bu haber başka yerlerde var mı kontrol edebilirler. Varsa nerede var çapraz sorgusunu yapabilirler.
Her şey sorgulanabilir ve burada çok belli kriterler var: 1) Kim yazmış? 2) Ne zaman yazmış? 3) Nerede yazmış?
Bu sorguları yapmaya alışınca zaten bir süre sonra siz güvenilir olmayan o haber kaynağına gitmemeye başlayacaksınız. Daha önce de vurguladığımız gibi bunun bir kitle iletişim aracı olduğunu hiçbir zaman unutmamak lazım. Bugün siz “kansere çare bulundu” haberini sosyal medyada kim yazıyor bilmiyorsunuz. Bir doktor mu, hemşire mi, kapıdaki taksi şöförü mü yoksa 10 yaşındaki bir çocuk mu? Bunların hepsi olabilir.
Özellikle sağlık haberlerinde bu çok önemli
Örneğin ben ameliyat oldum, iyileşme sürecim üç ay. Hastalığımla ilgili çok arama yaptığım için algoritma benim karşıma bununla ilgili haberleri ve gönderileri çıkarıyor. Bir tanesinde “nar yersen bu iyileşme süreci 1 hafta” yazıyor. Bu harika birşey düşünsenize, ben de buna hemen inanıp nar yiyip 1 haftada iyileşmek istiyorum. Bu arada bu haberi çevreme de yaymaya başlıyorum. Aşı tartışmasından tutun, diyabete kadar her türlü hastalıkta bunun yüzlerce örneği var. O nedenle sorgulama kriterlerine mutlaka çok dikkatli olmamız lazım.
Başlıkların Gücü
Haberin yalnızca başlığını okuyarak oradan bir yanlış bilgi aktarımına sebebiyet de verebiliriz. Bu nedenle aslında yazarların en büyük sorumluluğu başlığı sadece reklama ya da viral olmaya yönelik değil, gerçekten içeriğe yönelik olarak seçmek. Çocuklarımıza da konuyu öğretirken haberleri yalnızca başlıkla değil, sonuna kadar bütün olarak okumayı öğretmemiz lazım. Örneğin “Bu haberi okuyan 1000 Dolar kazanıyor” başlıklı bir haberi herkes okur, buna herkes tıklar. Artık dünya maalesef düşünüyorum öyleyse varım değil, tıklatıyorum öyleyse varım yaklaşımına döndü. Clickbait tuzağına düşmemek lazım. Burada okurun da sorumlu olması lazım.
Çürük haberi almamak
Pazara gidiyoruz, domates alırken çürük olmayanı seçiyoruz. Alıcı olarak buna biz dikkat ediyoruz, satıcı hem çürük hem sağlam domatesleri tezgaha koymuş. Burada sorumluluk bizde. Tükettiğimiz sosyal içeriklerde ve haberlerde de bu şekilde seçici olmak bizim kişisel görevimiz. Çürük haberi alıp almamak ya da bir kere aldığında onun yemekte lezzeti ne kadar bozduğunu görerek ikinci defa bunu almamak, bunu öğrenmek önemli hale geliyor. Anne ve babalar çocuklarına bu yaklaşımı ne kadar erken yaşta öğretmeye başlarsa, çocuklar da okudukları ve yaydıkları her haberde kendilerinin de sorumluluğu olduğunu bilerek hareket edebilirler.
Habercilik ve sosyal medyanın iç içe geçmesiyle gelen güç kirliliği
Sosyal medyanın artık hayatımızda çok büyük bir gücü var ve kontrolsüz güç güç değildir. Bu güç git gide daha kontrolsüz olmaya başladı. Amerika’da çok yakın zamanda çocuğu havuza düşen bir anne, çocuğunu havuzdan kurtarmak yerine önce sosyal medyadan paylaşmaya çalıştığı için tutuklandı. Artık iş bu noktaya gelmiş vaziyette.
40 takipçisi olan bir kişi bir yere gittiğinde cep telefonunu çıkartıp seni mahvederim diyebiliyor. Seni mahvederim tırnak içinde bir güç kirliliği aslında. Düşünsenize beşyüz bin takipçiniz var ve karşınızda hoşunuza gitmeyen bir kişiyi ya da kurumu batırabilir ya da çok yükseklere çıkartabilirsiniz. Böyle bir güç var. Yazdığın haber başkasına bir tehdit olmamalı ama şu anda sosyal medya bu halde. Buna da dikkat etmek lazım. Bir insan bir yeri ne için övüyor ya da ne için eleştiriyor? Bunu sorgulamak lazım.
Çocukların erken öğrenme riski
Burada işin çocuk tarafına baktığımızda erken öğrenme de büyük bir tehdit olarak karşımıza çıkıyor. Bir çocuk bir konuyu elbette ki öğrenecek, hepimiz çocukluk, ergenlik ve yetişkinlik çağlarını yaşadık. Ama sosyal medya ve bu bilgi kirliliği yüzünden çocuk belki 15 yaşında öğrenmesi gereken bir konuyu ya da davranışı 10 yaşında öğrenir hale geliyor, hem de yanlış öğreniyor. Bu nedenle işin fizyolojik olarak da bir sıkıntısı var. Günün sonunda evet artık bilgiyi saklamak mümkün değil ama en azından çocukların doğru yaşta doğru bilgiye ulaşmasını sağlayabilmek en önemli sorumluluklardan bir tanesi olmalı.
Buradaki en büyük sorumluluk ailelerde ve öğretmenlerde
Biz her ne kadar sevimli ve ilgi çekici bir hale getirerek yazmaya çalışmış olsak da, 10 yaşındaki bir çocuktan kendiliğinden meyda dedektifi olmasını bekleyemeyiz. Fakat 10 yaşındaki çocuk küçük yaştan itibaren haber dedektifi olmayı öğrenebilir. En başta bu kavramın varlığını öğrenir. Şunu hiç unutmamak lazım. İnsanlar iyi yazı yazmayı doğuştan öğrenmiyorlar. Yazdığınız ilk 50 yazı mutlaka gelişime muhtaç oluyor. Siz ilk 50 yazınızı ne kadar erken yazarsanız, iyi yazmaya da o kadar erken başlıyorsunuz. Çocuk da bu kavramı ne kadar erken öğrenirse, bu konuda o kadar erken uzmanlaşabilir. Burada asıl görev kim ne derse desin anne, babalara ve öğretmenlere düşüyor, çabalamak ve emek vermek lazım.
Buna benzer konularda çocuklar için yeni kitaplarınız çıkacak mı?
Biz Caretta’da bu seriyi ve formatı bilgiyi görselleştiren bir seri olarak kurguladık. Seri devam edecek. Bu kitaptan önce aynı formatta iki tane çevre kitabı yaptık. Ardından bir tane diş sağlığı farkındalığı kitabımız çıktı. Sonra bu medya okuryazarlığı kitabımız geldi. Bundan sonra sırada iletişim, yapay zeka, sağlık ve ulaşım araçları var. En çok yapay zeka içeriğinde güncel kalmakta zorlanıyoruz çünkü yazdıkça yenileri çıkıyor.
Biz çocukların uzun yazı okumadıklarını ama bir konuya ilgileri olursa onu derinlemesine araştırdıklarını biliyoruz. Bu bakış açısı ile onlara değişik konular vermeye çalışıyoruz. Sonuçta bizim kitaplarımız dünyayı değiştirmese bile bazı çocukların algısını değiştiriyor.
Felsefe gibi daha ağır konulara da girmek istiyoruz
Çocukların çok küçük yaşta felsefe ile tanışmalarının onları iyi medya okuryazarları yapacağını düşünüyoruz. Bugün çocuklarımıza cep telefonu ile oynamayın deme hakkımız yok, çünkü artık bunun dışında kalma şansları yok, onları geleceğe de hazırlamamız lazım. Fakat onlara örneğin YouTube ya da Instagram’da 20 dakika geçiriyorsan, 5 dakika da bilgi ağırlıklı birşey yap ya da felsefe kitabını oku diyebiliriz. Burada biraz kendimizi de sınırlamamız ve çocuklarımıza örnek olmamız lazım. Sohbet edeceğimiz ortamlar yaratmamız şart. Bunu yaparken de çocuğa farklı ilgi alanları vermek lazım. Bizim kitaplarımız bu ilgi alanlarını sohbet konusu yapabilmek için iyi birer araç.
Sağlık okuryazarlığı üzerinde de çalışıyoruz
Sağlık okuryazarlığı da bizim en çok önemsediğimiz konulardan bir tanesi. Birincisi bunun kolay olduğunu göstermeye çalışıyoruz. İkincisi vücuduna saygılı ve sevgili olan çocuklar yetişmesini istiyoruz, çünkü bunun dünyanın en güzel duygularından bir tanesi olduğuna inanıyoruz.
*E.MURAT YIĞCI, Gazeteci
Profesyonel iş yaşamına –amatör olarak- çevirmenlik ve transfer memurluğu yaparak atıldı. İlk maaşını stajyer olarak çalışmaya başladığı gazeteden aldı. Gazetecilik 35 yılı aşkın süredir her dönem yaşamının bir parçası oldu.
Sözcüklerin peşine genç yaşta düştü; gazetecilikten çocuk edebiyatına uzanan yolculuğunda, sözcüklerin hem düşündürme hem de gülümsetme gücünü keşfetti.
Yazılı basında farklı gazete ve dergilerde çalıştı, internet haber sitelerinde editörlük yaptı. Türkiye Spor Yazarları Derneği (TSYD) üyesi olan Yığcı, Sürekli Basın Kartı sahibi.
Asıl tutkusunu ise, çocuklarla kurduğu sözcük köprüsünde buldu. Yayımladığı kitaplarla, küçük okurlarını hayal dünyasının renkli duraklarında dolaştırmaya çalıştı. 50’nin üzerinde çocuk kitabı kaleme aldı, ayrıca 50’den fazla çocuk kitabının derleme ve uyarlamasında imzası bulunuyor.
Kurucu ortakları arasında bulunduğu Caretta Yayıncılık onun için yalnızca bir yayınevi değil, çocukların hayal dünyasına açılan bir çiçek bahçesi. Hâlâ ilk kitabını yazıyormuşçasına heyecan ve tutkuyla kalemine sarılıyor.
Onun için yazmak yalnızca cümle kurmak değil, okurlarıyla uzun soluklu bir sohbeti devam ettirmek. Mizah ile bilgiyi, hayal gücü ile öğrenmeyi bir araya getirmeye, yalnızca eğlendirmek için değil, düşündürmek için yazmaya çalışıyor ve her yeni hikayede biraz daha çocuk, her yeni kitapta biraz daha genç hissettiğini söylüyor.