X
Kelime:
Kategori:
Tarih:
RadDatePicker
Open the calendar popup.
ile
RadDatePicker
Open the calendar popup.
 

Osmanlı’da İlk Araştırma Kuruluşu Bakteriyolojihaneden Bugünlere

Osmanlı’da İlk Araştırma Kuruluşu Bakteriyolojihaneden Bugünlere

İlk insanlar, asırlar boyu bulaşıcı hastalıklar ve ölüm gibi felaketler üzerine, içinde bulunduğu veya yakın ilişkide oldukları toplumların törelerine göre bazı izahlar ve yorumlar yapmışlar ve bunlara inanmışlardır. Hastalıklar ve ölümlerin, tanrılar veya insan üstü güçler tarafından, yeryüzündeki kötü kişilere ceza olarak gönderildiğine inanmışlar ve bu inançlarını da yüzyıllar boyu devam ettirmişlerdir. Eski Mısır, Yunan, Çin medeniyetlerinde bulaşıcı hastalıklar ve etkenleri üzerine bilim adamları gözlemlerde bulunmuş ve bazı ipuçları yakalamışlardır. Müslümanlık döneminde İbni Sina  (MS. 980-1038), bulaşıcı hastalıkların gözle görülmeyen kurtçuklardan ileri geldiğini ve korunmak için temizliğin önemli olduğunu vurgulamıştır. 1676 yılında Hollanda’lı Antony van Leeuwenhoek ilk mikroskobu bulduktan sonra mikroorganizmalar mikroskopla görünür hale gelmiş ve mikrobiyoloji bilimsel temeller üzerinde hızla yükselmeye başlamıştır. Türkiye’deki mikrobiyoloji tarihine baktığımızda;

İstanbul’da 1893 yılında büyük bir kolera salgınının çıkması üzerine, Osmanlı hükümeti salgının kontrol altına alınması için Paris’teki Pasteur Enstitüsü’nden yardım istemişti. Pasteur Enstitüsü bu talep üzerine bakteriyolog Andre Chantemesse’i (1851-1919) İstanbul’a göndermiş, İstanbul’da bir süre incelemelerde bulunan Chantemesse hükümete bir bakteriyoloji laboratuarı kurulmasını tavsiye ederek Paris’e dönmüştür.

Bu tarihten kısa bir süre sonra 1894 yılında, Pasteur Enstitüsü kadrosunda bulunan genç araştırmacı Dr. Maurice Nicolle (1862-1932) Türkiye’ye gelmiş ve Nişantaşı’nda Bakteriyolojihane-i Osmani adı altında bir araştırma merkezi kurmuştur. Nicolle’ün bu merkezdeki kendi seçtiği yardımcılarından biri de veteriner bakteriyolog Mustafa Adil bey (1871-1904) idi. Mustafa Adil bey, 1897 yılı başından, Nicolle’ün Paris’e geri döndüğü 1901 yılına kadar bu merkezde çalışmış ve araştırmalar yapmıştır.

“Türk bakteriyolojisinin en parlak simalarından biri olan veteriner Mustafa Adil bey, o zamanlar Osmanlı İmparatorluğu’nun en önemli bakteriyoloji ve viroloji müessesesini idare eden Dr. Maurice Nicolle’ün yanında birbirinden kıymetli ve önemli çalışmalar yapmıştır. Kurulan bakteriyolojihane Osmanlı döneminin ilk bilimsel araştırma kurumu olarak kabul edilmektedir. Aşı çalışmaları 1892 de aşıhanenin kurulması ile başlamış bunu 1900 yılında Etfal hastanesinde kurulan bir laboratuvarda yapılan çalışmalar izlemiştir. Birinci Dünya savaşı ve kurtuluş savaşı dönemlerinde aşı üretimi devam etmiştir.

Cumhuriyet dönemine geçildiğinde Birinci Dünya savaşında harap ve bitap düşmüş her türlü yoksulluk ve yoksunluk içinde küllerinden doğan yeni Cumhuriyet hükümetlerinin  önceliklerinden biri Anadolu’yu kasıp kavuran salgın hastalıklarla mücadelede önemli bir kilometre taşı olan Merkez Hıfzıssıhha Kurumunun kurulmasına karar vermesidir.  Hıfzıssıhha kuruluş kanunu 17 Mayıs 1928 günkü Meclis oturumunda kabul edilmiştir. Bu kanun çerçevesinde Sivas ve Ankara’daki kimyahaneler birleştirilerek Sağlık Bakanlığına bağlı hıfzıssıhha kurumu oluşturulmuştur. Burada kimya, bakteriyoloji, immünobiyoloji ve farmakoloji  bölümlerinden oluşan birimler oluşturulmuştur. 1929 yılında Merkez Hıfzıssıhha binaları ve laboratuvarları yapılmaya başlanmış 1,5 milyon lira harcanarak 1933 yılında tamamlanmıştır. Tüm Türkiye bütçe gelirlerinin 220 milyon TL olduğu bu yıllar göz önüne alınırsa bir taraftan Osmanlı İmparatorluğundan kalan borçları ödeyen, zorunlu yüksek milli savunma giderleri olan bir ekonomide halkın sağlığı için yapılan bu yatırımın nasıl bir vizyon olduğu açıktır. Merkez Hıfzızıssıhha Enstitüsünün kuruluşunu takiben aşı üretimi merkezileştirilmiş 1940 lı yıllara kadar kuduz, çiçek, tifo, tifüs, difteri, BCG, kolera, boğmaca, tetanoz aşıları ülke ihtiyacına yetecek düzeyde seri üretime geçilmiştir. Ülkede hastalıkların yok olması ile 1971 de tifüs, 1980 de çiçek aşısı üretimi sonlandırılmıştır. Yıllar içinde milli aşı üretimi çağın teknolojilerine ayak uyduramayınca 1996’da aşı üretimi tümüyle durdurulmuştur. Laboratuvarlar kapatılmak yerine yatırım yapılıp yenileme yoluna gidilseydi, Türkiye bugün iyi yetişmiş insan kaynakları ve 81 milyon nüfusu ile bölgesinde aşı üretim merkezi olabilirdi. Bugün maalesef halen tüm insan aşıları ithal edilerek tedarik edilmektedir.

  1. Kemal Atatürk Kasım 1937’de yaptığı konuşmada hıfzıssıhhanın on beş yıllık çalışmasını şöyle övmüştür; “ Kendine, inkılâbın ve inkılâpçılığın çeşitli ve hayati vazifeler verdiği Türk vatandaşının sağlığı ve sağlamlığı, her zaman üzerinde dikkatle durulacak milli meselemizdir. Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekâletinin bu mevzu üzerindeki sistemli çalışmaları, bizleri memnun edecek mahiyette inkişaf etmektedir. Ayni vekâlet, kendine verdiğimiz göçmen işlerini de sosyal ve ekonomi politikamıza uygun olarak başarı ile görmektedir. Vekâletin “Sağlam ve gürbüz nesil, Türkiye’nin mayasıdır” prensibini pekiyi değerlendirerek çalışmakta olduğunu takdire değer bulurum.” demiştir.

SONUÇ Cumhuriyet’in ilk yıllarında gerçekleştirilen koruyucu sağlık hizmetinin temelini oluşturan aşı çalışmaları  her ne kadar Osmanlı dönemi ile bir devamlılık arz etse de bu dönemin öngörülü ve gerçekçi politikaları ile her türlü imkansızlık içinde çağının teknolojisine uygun kendi ihtiyacının tümünü karşılayabilen üretim tesislerini kurmayı başarmıştır. Bu başarıda yeni kurulan Cumhuriyet yönetiminin hem daha gönülden hem de daha coşkulu bir ruhla bu işe sarılmasının rolü büyüktür. Ancak tüm bu anlayışa etki eden Dr. Refik Saydam’ın Sağlık Bakanlığı görevini yürütmesidir. Dr. Refik Saydam, Bakanlık görevini yürüttüğü dönemdeki politikalarıyla ilerleyen yıllarda uygulanacak sağlık hizmetlerinin de temelini oluşturmuştur.

 

Görüşlerinizi Paylaşın